TR EN
2022

m-est.org | Elmas Deniz

m-est.org | Elmas Deniz

Turuncu Ne Zaman Kırmızı Olur: Elmas Deniz’le Söyleşi

m-est.org’un hava durumunu sanatçı metinleri üzerinden yorumladığı yazı dizisine sanatçı Elmas Deniz’le yaptığımız söyleşi ile devam ediyoruz. Sohbetimiz yaşadığımız, tecrübelediğimiz basınç alanlarını tarif etme çabası ile şekillendi. Sanatçının içinde bulunduğu dünyayı sezme sorumluluğu ile temsil etme, kayıt tutma arzularının müzakeresi olarak da okunabilecek bu metin, beni Elmas’la ortak ürettiğimiz başka bir metne götürüyor: 2016 yılında gerçekleştirdiğimiz Öz Endişe performanslarında, endişenin kaynağının salt “içeriden” olup olamayacağını birbirimize sormuşuz. İkimiz de birlikte tarif etmeye çalışmanın, raporlamanın özünde olan paylaşma, iletme, el vermeyi yöntem olarak benimseme ihtimali üzerine düşünmeye devam ediyoruz. 

SAHA’nın davetiyle World Weather Network kapsamında yürüttüğümüz bu yazı dizisi hava durumunun yanı sıra üretimlerimiz ve yaşadığımız şehirlerdeki diğer yüksek ve alçak basınç alanlarını ele alan sanatsal üretimlere odaklanıyor. Yayımlanan metinler, değişim, kriz ve gelecek tahayyüllerine dair sanatsal stratejileri tartışmaya açmayı hedefliyor.—Merve Ünsal 

Yayımlanan katkıların listesini ve etkinlik bilgilerini burada görebilirsiniz.

Elmas Deniz, Böcek Adasında Bir Görüşme , 2020. Video, 15’.

Merve Ünsal: Bu söyleşi için sözleşirken Rivka Galchen’in Atmosferik Rahatsızlıklar’ı (2008) ile başlamak istediğini söyledin. Kitabın merkezinde meteorolojik durumların insanların ruh hallerini tarif edebileceği fikri yer alıyor. Bir diğer fikir de meteoroloji uzmanlarının yöntemlerinin ve yorumlarının “gerçekle” örtüşmeyebileceği, gerçek ile veri arasında farklar olduğu. Bu kitap hakkında konuşarak başlayalım. Hava durumunun esnek bir gerçeklik gibi gösterilmesi senin için ne ifade ediyor?

Elmas Deniz: Galchen'in kitabının ilk sayfasında yer alan alıntı benim için değerli: “Şu an havanın ne durumda olduğunu tam bir kesinlikle bilmediğimiz için havanın yarın (ya da bir saat sonra) nasıl olacağını da söyleyemeyiz.” Hava durumu sürekli değişmeye devam ederken biz bazı anları durdurup, dondurup bunları tariflemeye çalışıyoruz. Belki de ekolojinin tüm bileşenleri için yeni bir epistemoloji lazım. Elle tutulamaz, ele geçirilemez ama yine de var olan, hareket eden, devinimde olan şeylerin alanına ait yeni bir felsefe.

Mesela bulutlar su damlacıklarından oluşuyor. Şeffaflar ve yaklaşınca yok gibiler. Bulutların içine girince deneyimimiz bambaşka. Uzaktan baktığımızda ise şeklini tarifliyor, amorf diyoruz. Hava durumunun kendisi de, iklim de, ekoloji de kolay kavrayamadığımız, şekli belirgin olmayan şeylere denk geliyor. Gerçekliğin temsili hep ilgimi çekmiştir. Sürekliliği olan, akış içindeki şeyleri dondurup, parçalayıp adlandırmaya çabalamamız beni hep düşündürmüştür. Mesela nehir, yatağında yer alan bitkilerden ve taşlardan ayrı mıdır? Sırf su mudur? Yağmur sadece bulut ile yer arasındaki suya mı denir? Toprağa düştüğünde neye dönüşür? Turuncu ne zaman kırmızı olur? 

Veri ile gerçek arasındaki ilişki aklıma Werner Herzog’un telefon rehberi örneğini getiriyor. Veriyi ve gerçeği olduğu haliyle aktarmak sanatta iş görmez diyor kabaca. Bir şehrin telefon rehberi gerçeği yansıtır, şehri temsil eder, ancak gerçeği böyle aktarmak bize ne fayda sağlıyor? Hava durumu analizi daha büyük gerçekliğe dair ne söyleyebilir? Bizleri kaygılandıran şey bir sonraki hava durumunu bilemeyecek ya da ölçemeyecek olmamız bence. Her şeyden nemalanmaya çalışan ve nihai amacı ekonomik karlılık olan bir tür için değişkenleri aza indirmek karlı olabilir tabii. Bu yüzden kesinlik ve sonuç odaklılığa yapılan vurgu önlenemiyor. Geleceği kontrol edebilmek için hava tahminleri var. 

Elmas Deniz, İsimsiz Bir Derenin Tarihi, 2019. Foto: Kayhan Kaygusuz. Pinna Nobilis.

MÜ: İçinde yaşadığın şehrin, İstanbul’un atmosferik rahatsızlıklarını nasıl yorumluyorsun?

ED: Gece şehir ışıklarından gökyüzü görünmüyor. Beni en çok üzen şey bu. Oysa ki bol yıldızlı bir gece, bir terslik olmazsa yarın havanın açık olacağının işaretidir. Bunu gözlemleyebilmeyi özlüyorum.

Hava durumu aslında hissedilen bir şey. Ölçülebilir kısmından ziyade, üzerimizdeki etkisi benim için daha önemli. Bu söyleşi üzerinde çalışmaya başladığımızda İstanbul aşırı nemli ve sıcaktı. Halbuki hava durumu hep böyle olan yerler var. Bitki örtüsü buna izin veriyor. Hava kökleri olan büyük yapraklı bitkiler yaşıyor bu coğrafyalarda. Havayla, o hava sisteminin etrafındaki canlılık beraber evrimleşiyor, dönüşüyor. İstanbul’un bitki örtüsü böyle nemli havalara uygunsuz olacak ki şehrin ısı ve su tutması değişiyor. Diğer yandan asfalt üzerinde sıcaklık ile çimenlikte hissedilen sıcaklık birbirinden oldukça farklı. Dikey mimari ile oluşan yeni yapay rüzgar koridorları binlerce yıllık aksından çıkıyor. Eski bildiklerimizle yeni başa gelenler örtüşmüyor.

İstanbul yakıcı bir yaz yaşadı. Sıcaktan bunaldık. Güneyde keyifle geçen çocukluk yazlarımdan farklı bir şey bu. O zamanlar da sıcak olurdu ama severdik sıcağı. Asfalttan yükselen sıcak havanın dalgalanmalarını seyrederdik ama her şeye rağmen kendini, genç yaşlı demeden, hiç kimseye marazi hissettirmezdi o sıcak. Bu yaz İstanbul’daki sıcak aşırıydı, afet gibiydi. Diğer yandan beklentim geçen seneki gibi bu sene de kışın geç kalması. Artık elbise dolabımda yazlıklar ve kışlıklar bir arada duruyor. Aralık başında bir yaz günü mü bizi bekliyor, bilemiyorum.

Elmas Deniz, İnsandan Kaçanlar 2019. Işıklı kutu

MÜ: Küresel ısıtma yüzünden Pakistan’da yaşanan şiddetli sel sonucu ölü sayılarının binin üzerinde olduğunu ve ülkenin yaklaşık üçte birinin sular altında olduğunu okuyoruz haziran ayından beri. Küresel ısıtmayla beraber felaket ve doğal afet tanımlarımız sürekli değişiyor. Ölçekler, bu ölçeklerin zamansallıkları algımızın sınırlarını test ediyor. Sanat üretimi ile küresel ısıtma felaketinin insan ve insan olmayana tesiri arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyorsun? Felaket şartlarında sanat üretmek ne demek senin için?

ED: İnsanların bir coğrafyada manipüle ettiği hava durumu, başka bir yerde kuraklaşmaya ve sıcak hava dalgalarına yol açıyor. Ayrıksı gözükse de aynı sisteme ait olan parçalar birbirini etkiliyor. Bizler sadece adlandırabildiklerimizi biliyoruz. Pek de az biliyoruz aslında. Jean Baudrillard'ın Tüketim Toplumu (1970) kitabında alışveriş merkezi iklimlendirmesinden bahsettiği bir bölüm var. “Sonsuz bahar” (perpetual spring) arzusu demiş buna. Rahat yaşamak isterken başka insanların ölümüne yol açmak etik bir sorun. Bu tartışma yeni bile değil.

Meselemiz yerelliklerden yükselen küresel problemler. Uluslaraşırı yönetişimsel araçlarımız olmadığı için böyle şeyler oluyor. Toplantı yapmaktan bahsetmiyorum. Politik kararların gerçek birer öznesi olabilmeyi kastediyorum. Yaşadığım yerin iklimine tesir edeceği için Amazon ormanlarındaki katliama karşı çıkacak bir oy verme hakkımın, söz hakkımın olması gerektiğini düşünüyorum örneğin.

Sanatçının işi, distopyanın ortasında ümit ve ısrar etmekten geçiyor benim için. Bir tür Sisifos miti gibi. Her şeye rağmen direnmek, her sabah aynı yükü yüklenip devam etmek gibi. Truva’da yıkıcı bir savaşın başlayacağını önceden haber veren, insanları uyarmak için çırpınan, kimsenin inanmadığı Kassandra aklıma geliyor bir de. Her şeye rağmen direnmenin gücü sanata içkin. Bilinmezliğin kabulü de sanata içkin.

Elmas Deniz, Yumuşak Bedenli Kötüler, 2019. Video, 05’30”.

MÜ: İzmir ve Ege Bölgesi’nde geçirdiğin çocukluğunun işlerindeki doğa fikrini etkilediğini konuşmuştuk daha önce. Sanat üretiminin yaşadığın yere dair referanslar vermesi senin için önemli mi? Yerellik fikri üretiminde nelere tekabül ediyor?

ED: Üretimim sadece şehirden uzak, kırsalda, kırlarda, derenin denize döküldüğü bir yerde geçirdiğim çocukluğumdan değil aynı zamanda doğadan mahrum, dev bir şehirde yaşamaktan da besleniyor. Diğer yandan birden fazla düzlemde işler üretmeyi seviyorum. Colombo’da, Vladikavkaz’da, Stockholm’de, Marsilya’da da işler ürettim. Kavramlar, ortak aciliyetteki sorular ve şiirsellikler bu işleri birbirine bağlıyor benim için. Aşırı yerel bir soruyu ifade etmek bazen beni küresel sorunlara götürebiliyor. Derinlik bu kez çıta oluveriyor.

Böcek Adası ve Böcek Adasında Bir Karşılaşma isimli işlerimden bahsedebilirim burada. Son dönemde ürettiğim bu videolarda oksijenlerini azalttığımız ve kırıma uğrattığımız deniz kabuklularına sesleniyorum. Bu işleri çocukluğumun geçtiği yerde ürettim. Bir yandan feminist bir tavır, başka bir deyişle ezilen, hakkı yenen, hoyratlığa maruz kalanların hakkını gözetmek, bunlara dikkat çekmek önemli benim için. Diğer yandan küresel ısıtmadan en çok etkilenen denizlerden ve okyanuslardan bahsetmenin aciliyeti ortada. Balık türlerinin üçte ikisinin yok olduğunu biliyoruz. Bazıları bu canlıların sayıca çok olmasının görece önemsizlikleriyle ilişkili olduğunu söyleyebilir. İnsanın kendisine benzeyenle kurabileceği ilişkinin ötesinde bir sesleniş benim yaptığım. Böcek Adasında Bir Karşılaşma deniz kabuklularına kahve ikram etmemle sonlanıyor. Halbuki ilişki kurmamı sağlayacak melekelerden yoksun olduğum apaçık ortada. “Çünkü insan herkes için her şeyin en güzelini bilir, kendi sevdiği şeyleri başkası da sever diye düşünür.” Sonra da şöyle diyorum: “Güzel deniz kabuklusu! Sana kahve yaptım! Çünkü kahve muhteşem bir şeydir.” Sonraki karede elimdeki kahvenin tuzlu suyla kavuşmasını yavaş çekimde izliyoruz. Bu çabanın absürtlüğünün yanında nihai bir başarısızlığı da var.

Elmas Deniz, Kayıp Sular, 2019. 3D ahşap rölyef. Foto: Sahir Uğur Eren

MÜ: 16. İstanbul Bienali’nde sergilediğin işlerinde, kayıp ve dönüşüm fikirlerini kişisel tarihindeki iki farklı yer üzerinden yorumlamış, hem yerlerin ötesine geçen hem de zamanı kat eden bir hassasiyet göstermiştin. Sanatın ekolojideki değişimlerinin kaydını tutmaktaki potansiyeli ve kısıtlamaları nedir sence?

ED: Kayıp Sular (2019) ve İsimsiz Bir Derenin Tarihi (2019) isimli bu işler kültürün, kayıpların ve yok oluşların izini sürmekle ilgili. Kayıp Sular İstanbul’da yaşadığım bölgeden bir kesiti içeren üç boyutlu bir rölyeften oluşuyor. Bu işte, günümüzde cadde isimlerine dönüşmüş olan dereleri boyayla işaretleyerek imliyorum. 

İsimsiz Bir Derenin Tarihi ise çocukluğumu geçirdiğim evin iki metre yanında akan dere ve bu derenin denize kavuştuğu yerle ilgili. Bu dereyi ben nasıl hatırlıyorum sorusuyla başladım. Araştırmama bu bölgede kurulan antik kentin tarihiyle devam ettim. Zamanında bu derenin varlığı bahsettiğim antik kentin bulunmasına yardımcı oluyor. Fakat dere çevre düzenlemeler ile yer altına alınmış, sonra da yok olmuş. Arkeologlar, heykel yapabilmek için su gerekliydi, diyorlar. Fakat bunları birleştiren başka bir anlatı yok. Bu yerleştirmede izleyicileri, bu bağlantıları kurmaya, ismi bile olmayan bir derenin etrafındaki yaşama bakmaya davet ediyorum.

Sanatı bir kayıt tutma aracı olarak düşünebiliriz. Arşiv için toplanmış, düzenlenmiş şeylerden değil de bir tür ilişkiler yumağı kurmaktan bahsediyorum. Bu işler için kendi hafızamdaki unsurları başkalarının oraya buraya bıraktığı yazılar, çizimler, izler, işaretlerle bir araya getiriyorum. Küratör Nicolas Bourriaud sanatçıları davet ederken bienali “başka bir antropoloji” olarak konumlandırmıştı. Eskiden “öznel” dediğim, şimdilerde ise geçmişe bir sanatçı perspektifinden bakmak diye adlandırdığım bir yöntem bu. Kayıp suları ya da cadde isimlerinden neleri kaybetmiş olduğumuzu, dere kenarında büyümüş bir sanatçı olarak düşünüyorum ve bunlar etrafındaki fikirleri, hikayeleri, anlatıları aktarmak istiyorum. İşlerimde geriye doğru hatırlama metotlarını araştırma peşindeyim.

Elmas Deniz, Panorama’nın Altında, 2012. Karışık teknik obje.

MÜ: On sene önce yaptığın başka bir işini, Panoramanın Altında’yı (2012) aklıma getiriyor söylediklerin. Bu işin fotoğrafın bir anı gösterme ihtimalinin cisimleştirilmiş hali benim için. Kanıksadığımız, romantik denebilecek bir İstanbul fotoğrafını temellerin, gözükmeyen tarafının çöpten oluştuğunu bir asamblaj ile gösteriyorsun. Bu işin İstanbul ve İstanbul’un imgesiyle olan ilişkisi senin için ne ifade ediyor? Bu fikri bugün ele alsaydın neleri değiştirirdin?

ED: Denizlerdeki kirliliğin ve atıklarımızın denizlere karışıyor olmasıyla başladım bu işe. Denizdeki küçük kum taneleri bile insan yapımı şeylerin ufalanmasından oluşuyor malum. İstanbul imgesi örneğinde olduğu gibi, kanıksanmış şeylerin arkasına bakma ihtiyacından bahsetmek istiyorum burada. Sürekli güzel dediğimiz ama aslında dikkat etmediğimiz şeylerle didişiyorum. Güzel bulmanın kendisi ile bir didişme de diyebiliriz. Kirliliğin görünmez tarafı hep dikkatimi çekmiştir. Kirliliği hayran olunan bir şehir imgesiyle birleştirerek bu fikirleri aktarmak istedim. 

Bugün bu işi yeniden ele alsam, ismini değiştirmeyi düşünürdüm. “Panoramanın Altında” değil de “Panoramanın İçinde” veya “Panoramanın Ortasında”  derdim. Diğer yandan, oldukça görünür olan bir probleme işaret ediyor bu iş. Bunun ötesine geçen, öneriler getirebilecek işleri düşünmeye gayret ediyorum bugünlerde.


MÜ: Satın Almak İstediğim Ağaç’tan (2014) da bahsedelim istiyorum. Bu iş benim için önemli bir öz eleştiriyi barındırıyor: Doğa ile mülkiyet üzerinden kurduğun ilişki sakarlıkların, başarısızlıkların, saflıklarınla birlikte işleniyor. Kapitalizm ile küresel ısıtma arasındaki sebep-sonuç ilişkisi bağlamında düşündüğümüzde ise, ağaca sahip olmakla ilgili diyalog, aslında haşin sahip olma içgüdülerinin ehlileştirilmiş bir hali olarak da okunabilir. Mülkiyet ile küresel ısıtma arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsun?

ED: Satın Almak İstediğim Ağaç iki konuya değiniyor. İlki, doğal kaynakların ticarileşmesi yani doğanın alınır satılır bir metaya dönüşmesi hakkında. Bu unsur, videodaki iç sesimle ortaya çıkıyor. Hayattaki başarıların finansal başarıyla, parayla eşleştirilmesinden bahsediyorum. Sevdiğimiz şeylere sahip olmamız gerekiyor mu hakikaten? İkinci konu ise parayla ilişki biçimleri ve benim satın almayı başaramamamla ilgili. Mülkiyet, müştereklerimize bakışımızı çarpıtıyor; doğru düşünemiyoruz. Hava, su, bitkiler, toprak gibi biriktirilemeyecek ve birilerinin mülkiyetinde bulunmaması gereken unsurları düşünmek benim için değerli.

Sanat üretimimde bunun gibi konulara birçok farklı cepheden bakmaya gayret ediyorum. Bunun bir tür çevre felsefesi olduğunu düşünmeye başladım. Sadece doğanın ve türlerin yok oluşuna değil aynı zamanda insanların birbiriyle ilişkilenme şekillerinin bozulmasına tanık oluyoruz. Neoliberal kapitalizmin hem kendimize hem de yaşadığımız ortama zarar verdiğini kabul etmemiz gerekiyor.

DİĞER PROJELER

Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.