TR EN
2023

m-est.org | İz Öztat

Gözü Kara

Bir sanatçının stüdyosu, aynı zamanda tam teşekküllü bir hava istasyonu: içerisinde sanatçı dinliyor, hissediyor, tahminlerde bulunuyor, ölçüyor, biriktiriyor, üzerinden geçiyor, varsayıyor ve belki de en önemlisi düşüyor—dahası, tüm bunları tekrar tekrar başa dönmek üzere yapıyor. İz Öztat’ın “Gözü Kara” başlıklı metni, sanatçının Berlin’deki Kunstquartier Bethanien’de yer alan atölyesine bir davet niteliği taşıyor ve bilinmezlik haliyle belli bir mekanda bulunabilmek üzerine referansları, tecrübeleri ve çağrışımları birbirine örerek müşterek bir zamansallığın peşine düşüyor. Burada bedenler ve nesneler bir olurken, sözcükler ve yazarlar zamanın içinden birbirlerini çağırıyorlar; kırlangıçlar uçuşa geçerken İz atölyesini içindeki tüm nesneler ve imgelerle havada bir anlığına asılı bırakıyor ve orada mütemadi bir uçuş halinde kalma cesaretini gösteriyor.

Okuyacağınız metin, sanatçıların hava durumlarını, hava akımlarını ve dolaşımlarını, dahası içinde yaşadığımız ve ürettiğimiz şehirlerin diğer yüksek ve alçak basınç alanlarını belirlemek, hikayeleştirmek ve kurgulamak için kullandığı sanatsal stratejileri ele almayı amaçlayan bir yazı dizisinin parçası. SAHA’nın daveti ve World Weather Network'e katılımı çerçevesinde şekillenen yazı dizisi, sanatçıların değişimlere, krizlere ve geleceğe verdiği cevapları takip ederek bedenleri, insanları ve coğrafyaları buluşturan somut bir fenomen olarak havanın farklı veçhelerine odaklanıyor.—Merve Ünsal ve Özge Ersoy

Yayımlanan katkıların listesini ve etkinlik bilgilerini burada görebilirsiniz.

İz Öztat

Eskiden hastane olarak faaliyet gösteren bu binadaki odalardan birinin kilidini açarken yanımdaki kişiye sürmekte olan savaşın etkilerinin Almanya’da nasıl hissedildiğini soruyorum. Verdiği cevap “Herkes önümüzdeki kış doğalgaz faturalarının artacağından endişeli,” oluyor. Kilidini açmakta olduğumuz kapının ardında ise geçici bir süreliğine de olsa bugüne kadar sahip olduğum en büyük atölye gizleniyor. Mekânın tam ortasında, binanın kirişini desteklemek üzere yan yana yerleştirilmiş, beş metre yüksekliğinde iki demirdöküm sütun duruyor. Sütunların halen ayakta olmasının sebebi yetkililer binayı yıkmak istediğinde insanların yıkıma karşı hararetle direnmiş olması. Bir grup melek figürü, sütunların üzerinden aşağı bakıyor: meleklerin yarısı dua ediyor, diğer yarısıysa kollarını bir zamanlar bu odada yatan hastalara doğru şefkatle uzatıyor. Gözüm meleklerden birinin eksik olan koluna takılıyor ve burada kaldığım süre boyunca bu figürleri görmezden gelip gelemeyeceğimi merak ediyorum. Yoksa, hikâyemde bu melek figürlerine yer açmam mı gerekecek?

Bir misafir sanatçı programı vesilesiyle Berlin’deyim. Başka türlüsüne izin vermeyen şartlar sebebiyle kaçınılmaz olarak özlem ve sürgün duygularıyla sarmalanmış bir arayışta, içimde kuir arzuya dair bir anlatı uyandıracak heykellerin peşindeyim. Bu arayışta bana Etel Adnan ve Audre Lorde’nin kadınlara duydukları aşkı anlattıkları, sıla ve sürgün duygularının nüfuz ettiği tasvirleri eşlik ediyor. Örneğin Aşk Uğruna Ödemek İstemediğimiz Bedel’de Etel kadınlara duyduğu arzuya, Louvre’da karşılaştığı Venus de Milo heykeli aracılığıyla temas ediyor; yazarın bedeninin heykelin varlığını talep etmesi “olay”ı kendisi için bir başlangıç, keşif ve tezahür anı teşkil ediyor. Zami’de ise Audre yaşanmış tecrübeleri, mitolojiyi ve tarihi birbirine dokuyarak oluşturduğu biyomitografisine, fildişi rengi taştan bir genç kız heykelini dahil ediyor. Berlin’de bu kitap üzerine konuşurken, kadınlar arasında vuku bulan aşkın –her ne kadar sert, geçici ya da acı verici olabilse de– kendisine çaresizlik duygusuyla başa çıkabilmek konusunda güç verdiğini söylüyor. Ben ise kadın bedeninin temsil edildiği an dönüştüğü şeyin verdiği huzursuzlukla şehirde sürüklenerek kendi hikâyemi ortaya çıkaracak heykelleri arıyorum.

Musallat olunmaya yatkınlığımla, atölyedeki seslere odaklanıyorum. Derken bir akşam suluboya yaparken odada bir varlık seziyorum. Mekânı uçarak çark eden bir kırlangıç bu. Sonra birden adeta ikiye bölünüyor, bir kırlangıç daha beliriveriyor. İçeri kazayla girdiklerini ve duvarlara, pencerelere çarparak kendilerine zarar verebileceklerini varsayıyorum. Odadan çıkışlarını kolaylaştırmak için tüm pencereleri açıyorum. Derken birden üçüncü, dördüncü, beşinci kırlangıç da beliriyor. Bir süre sütunların etrafında döndükten sonra çıkıp gidiyorlar. Bu tören ilerleyen gecelerde tekrar ettikçe bana ilk başta teklifsiz ve müdahaleci görünen varlıkları, bir tür yarenliğe dönüşüyor. Havada yaptıkları süratli manevraları, ustalıkla yana yatarak dönüşlerini büyük bir hayranlıkla izliyorum. Bir akşam kuş sürüsü odayı terk ettikten sonra kalan kırlangıç, meleklerden birinin kanadının arkasına girip yok oluyor. Yetişecek yükseklikte bir merdiven bulduğum gibi sütunun tepesine erişip kuş yuvası var mı diye bakıyorum. Yok. Sonbahar gelip kırlangıçlar güneye göç ettiğinde ben de misafir sanatçı programının bitiminde Türkiye’ye dönmemeye, en azından Berlin’de kalmak için çabalamaya karar veriyorum. 

Aradığım arzu nesnesini kamusal alandaki heykeller arasında bulamayınca sanat kurumlarını ziyaret etmeye başlıyorum. Uzun yaşamları boyunca sayısız kere dikilmiş, kaldırılmış, taşınmış, yerinden edilmiş, yağmalanmış, gömülmüş, yıkılmış, keşfedilmiş, kopyalanmış, yüceltilmiş, etüt edilmiş ve kutsanarak tarihin sayfalarında yerini almış heykellerin arasında dolaşıyorum. Bu bolluk içinde arzumun nesnesinin izini sürdükçe toplumsal cinsiyet rolleri ve ırksal nitelemelerle tanımlanmış, kusursuz ve güçlü kuvvetli tasvir edilen insan heykellerine karşı gittikçe artan bir hoşnutsuzluk duymaya başlıyorum. Bu heykellere eşlik eden resmi anlatılardan, dahası bu anlatıların ölümsüzleştirdiği ve sakladığı tüm şeylerden bıkkınlık duyuyorum. Parçalanmış heykellerin kayıpların izini ortadan kaldıracak şekilde tümlenmesinden, alçı dökümleri yekpare bir bütünmüş gibi göstermek için ek yerlerinin zımparalanmasından hazzetmiyorum. Katı dikeylikleri midemi bulandırıyor. Ancak bayıldığım bir şey varsa o da bu heykellerin temsil ettiği şeylere karşı gelen itki harekete geçtiğinde ve bir halat olarak boyunlarına dolandığında kolayca alaşağı edilebilmeleri. Atölyeye aşık olunacak, arzumu yöneltebileceğim, bana yönümü gösterecek tek bir heykel bulamadan, elim boş dönüyorum. Dönüş yolunda bir nilüfer koparıyorum, sırf nasıl öldüğünü izlemek için. Koca yaprağı açık kalabilmek için suya öyle derin ve yakıcı bir ihtiyaç duyuyor ki kurudukça nemli, pürüzsüz yüzeyi kadifeye benziyor; sonunda tamamen solarak kıvrımlarla bezeli bir üçgene dönüşüyor. Kurumaktan korkuyorum. 

Yerimi ve yönümü belirlememi sağlayacak kerterizleri bulamıyorum, kör seyirden medet umuyorum. Ben kayboldukça atölyenin içindeki boş hacim türlü korkular ve kayıplarla dolmaya başlıyor. Bu süreçte horror vacui, yani boşlukta belirenlerden kaçıp kurtulma umuduyla hacmin tümünü doldurma ve bir yön duygusu oluşturmak için tüm boş yüzeyleri bezeme fikri beni cezbediyor. Atölyede farklı malzemeler istiflemeye başlıyorum. Ellerimi ısıtan yumuşak yüne yumuluyorum. Liflerinin birbirine tutunması için onları ıslatıp sabunla sürtüyorum. Yünü iğneyle defalarca delerek işliyorum; bazen ellerim de iğneden nasibini alıyor. Sütundaki meleğin eksik kolundan yumuşak, kırmızı bir boynuz vücuda gelmeye başlıyor ve sert, sivri ucu iğnenin deldiği elimde biriken kan damlasına doğru uzanıyor. Keskin ucunu kanıma daldırarak şöyle yazıyor: “Gölgeni teslim et bana; sen uzamın üstadı olurken, korkunç boşluk ortadan kalksın.” Şeytanın ta kendisi tarafından yapılan bu cüretkâr takas teklifi aklımı çeliyor, gölgemi kesip bedenimden ayırmak üzere cismin boynuzundan yavaş yavaş filizlenmekte olan bıçağa doğru uzanıyorum. Bıçağı yumuşak sapından tutarak bedenimin sınırlarında gezdiriyorum; keskin ağzının tenimdeki hissi beni baştan çıkarıyor. “Olmaz,” diyorum, “Ben gölgem tarafından hükmedilmek, boşluktaki şekilsiz meçhul ile kalmak istiyorum.”

Şekilsiz meçhulün hakimiyetinde malzemelere teslim oluyorum ve oynamaya başlıyorum; arzuladığım heykelleri kendim yapıyorum. Bütçemin yetmeyeceği, vazgeçemeyeceğim ya da taşıyamayacağım nesneler yapmamaya gayret ediyorum. Sabitlenemeyen ve zaptedilemeyen biçimlerin peşine düşüyorum. Fotoğraflarda düzleştirilen klasik heykelleri daha da indirgiyorum ve sadeleştiriyorum. Kırmızı çizgiler katman katman, üst üste birikmeye başlıyor. Yontulmuş bedenleri etüt ediyorum; konturlarını, kıvrımlarını ve kütleleri arasındaki boşlukları. Kütleden, yüzeyden ve derinlikten arınmış heykelin hayalini kuruyorum. Muhtelif ipler kullanıyorum. Ortaya çıkardıklarıma baktıkça bir şeyleri bir arada tutmaya, onları serbest bırakmaya ve alaşağı etmeye duyduğum ihtiyacı görüyorum. Atölyenin tavan yüksekliği aynı anda hem dikeyliği hem de düşüş ihtimalini çağırıyor; yerçekimine teslim oluyorum. Kendi eylemliliğimi daha belirgin biçimde hissedebilmek adına verdiğim Berlin’de kalma kararıyla, İstanbul’dan ayrıldığım için cezalandırılmayı mı bekliyorum? Mesela, başarısızlıkla? Yetersizlik hissiyle boğuşurken bırakıyorum, her şey paldır küldür düşüveriyor. Kuru bağırsak, sonra parşömen, şimdi yün; fetişlerim. Her birinin kendine has kokusu var, bir bedenden koparılmış olmanın şiddetini taşıyorlar. Şimdi yünün sıcaklığı ve yumuşaklığı, yasaklı bir yasın tutulmasını mümkün kılıyor, kurulan bir bağın kopmayacağına dair güven veriyor. Hasret, giderilmesi imkânsız bir hasret duyuyorum. Kuru bağırsak, sonra parşömen, şimdi yün; kullanarak istismar edip durduğum hayvan hep aynı mı? O hayvan ben miyim? Eğer bensem, kaybettiğimin yerinde başka bir yaşam alanı keşfettikçe aynı anda hem daha yumuşak hem de daha vahşi kesiliyorum. Ardımda bıraktıklarımla bağımı tamamen kesmenin imkânsızlığıyla beraber içinde bulunduğum atölyede hayali bir pencere açılıyor; ardında bir hapishane hücresi. Nereden üretmekte olduğumu belirleyemiyorum; dile getirdiklerimin ve yaptıklarımın hangi eşikte durması gerektiğini kestiremiyorum. Evden uzaklaşırken, kendimi sansürlemeden ifade etmenin neye benzediğini henüz bilemiyorum. Eğer buraya yerleşirsem, bir “öteki” olarak bana nelerin erişilebilir olacağından emin değilim; şeytanı adıyla çağırmanın yerel yükümlülüklerinin de, Alman ulusal bilincinde klasik heykelin eşlikçisi olan çeşitli suç ortaklıklarının da tam olarak ayırdında değilim. Atölyede hikâyemi oluşturan heykelleri arayıp dururken kanlı canlı bedenlerin beni cezbetmesine izin veriyorum. Kuir bedenlerin devamlı olarak şeytanlaştırılmadığı ve şiddet tehdidiyle karşı karşıya kalmadığı takdirde neye dönüşebileceğini sezinlemeye başlıyorum. Askıda kalma halinde güveni, donup kalan bedensel jestlerde şefkati, dondurucu soğuklukta cezayı, acıda hazzı arıyorum. Rıza çerçevesinde, ustalıkla hükmedilmeye vuruluyorum. Yolum hüznü vücudundan cin misali çekip çıkarmaya çalışan, sürüklenen gölgelerle kesişiyor. Atölyede aşk kanlar içinde yere yığılıyor. Kendimi bağlılık sözünü veremediğim kız çocuğu için oyuncak heykeller yaparken buluyorum. Meleksi uhrevilikten tiksiniyorum ve türümün soyunun tükenmesi için sabırsızlanıyorum. 

Yorgunluktan bitap bir halde atölyedeki ışıkları kapatıp uykuya dalıyorum. Çanlar çalıyor. Alacakaranlıkta güneşin yakıcı ışınları bronz heykelleri eritirken savcı tutukluya bir bakış atıyor. Tam o esnada bir kırlangıç, öpmekte olduğum göğüsten yükselip uçuveriyor; keskin kanadı, heykelin eriyen yüzünden sızan kızgın bronz birikintisine değip neredeyse tutuşuyor. Kırlangıç kıyıya doğru kanatlanırken deniz şehri çevreleyip yutmaya hazırlanıyor; ufukta görünen, yatay bir hakimiyet.

İngilizceden Türkçeye çeviri: Çağla Özbek

Gözü Kara, İz Öztat, 2022, Atölye görüntüsü Sanatçı ve Zilberman’ın izniyle. Fotoğraf: Chroma
Şeytana Uyma, İz Öztat, 2022 Strafor, bıçak, dolma kalem ucu, yün, 42 x 18 x 15 cm Sanatçı ve Zilberman’ın izniyle. Fotoğraf: Chroma
Tezâhürler, İz Öztat, 2022 Dijital ve linolyum baskı, 20 adet, her biri 29,5 x 21 cm Sanatçı ve Zilberman’ın izniyle.
Yutan (Bağlılık sözünü veremediğim kız çocuğu için oyuncak), İz Öztat, 2022 Ses yalıtım süngeri, yün, tel, çocuk mobilyası, 80 x 80 x 65 cm Sanatçı ve Zilberman’ın izniyle. Fotoğraf: Chroma
Kontürlerin Eskizi, Boşlukların Eskizi, Kıvrımların Eskizi (Yunan ve Roma Heykellerinden), İz Öztat, 2022 Karbon ve kopya kağıtları , her biri 21 x 19,5 cm Sanatçı ve Zilberman'ın izniyle.
Horror Vacui, İz Öztat, 2022 Kağıt üzerine suluboya, 29,5 x 21 cm Sanatçı ve Zilberman'ın izniyle.
Alaşağı Et, İz Öztat, 2022 Kağıt üzerine suluboya, 29,5 x 21 cm Sanatçı ve Zilberman'ın izniyle.
Ele Almak, İz Öztat, 2022 Kağıt üzerine suluboya, 29,5 x 21 cm Sanatçı ve Zilberman'ın izniyle.
Şekilsiz Meçhul, İz Öztat, 2022 Kağıt üzerine suluboya, 29,5 x 21 cm Sanatçı ve Zilberman'ın izniyle.

"Daredevil", Berlin'de neue Gesellschaft für bildende Kunst (nGbK) ile Kunstraum Kreuzberg/Bethanien ve İstanbul'da DEPO arasındaki işbirliği çerçevesinde, Berlin Senatosu Kültür ve Avrupa Bölümü tarafından sağlanan bursla desteklenen misafir sanatçı programı sırasında Kunstquartier Bethanien'in stüdyo mekânlarından birinde üretildi.

DİĞER PROJELER

Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.