Bu metnin sayfada belirmeye başladığı günlerde Jim Dwyer’ın Where the Wild Books Are’ıyla, o yavan ama kapsamlı Ecofiction rehberiyle tanışmam verimli rastlantılardan oldu. Dwyer’ın değindiği yapıtlara baktığımda, ezici çoğunluğunda karakterlerin olay örgüsünün figüranları olmanın ötesine geçemediğini gördüm. Belli ki Antroposen çağının ötesinde bizi hayatta kalmaya çalışmaktan ibaret günlerin beklediğini kuruyoruz. İnsanlığın geleceğinin gezegenin geçmişine teslim olması demek bu; yuva gereksinimlerini olduğu kadar cehennem tasvirlerini de besleyen rahim sıcaklığı dünyayı yaşanamaz hâle getirdiğinde, anlaşılan o ki yeni Yeraltından Notlar’a, yeni Anna Karenina’lara mecali kalmayacak insanlığın. Böyle düşünüyoruz.
Tür olarak, ateşe uçmayı seviyoruz hâlbuki; kâh dondurucu soğuğun, kâh yalnızlığın çatlaklarından sızarak zihni zımparalayan etin dayatmasıyla alevlere yönelenin, sırra kadem bastıkça tahakkümü derinleşen kaleminden başka bir şey duymayacağını bile bile hem de. Eprimiş bir ifade olduğunu göze alarak dokundum ateşe uçmaya: Yokluğun bir parmak berisinde, şehvetin sevgi kisvesindeki hâli ile varılacak liman makamında zihni eritmiş zehirler arasında, kurcalanmamış zerresi kalmamış olsa gerek, birinci tekil şahısın anlatamayacağı tek hikâyeye, ölüme uçmanın. Hayal âleminin hakikati ilhak etmesi için var olmayana kaskatı bir çerçeve çizmek yeterli neticede; Borges’in Tlön’ü ile haritalardaki kimliksiz boşluklara kendi kibrinden nefes üfleyenler arasında, düşlere, kâbuslara yakıştırdığımız ne varsa, hepsinin değme gözbağlarına taş çıkartacağını hiç değilse keşifler çağından biliyoruz.
Coleridge’in, Poe’nun peşi sıra kutup bölgelerine uzandığım ortada, ne var ki ontolojik palamarları çözülmüş o bölgelere dokunmayı göze alabilmiş ilk kâşiflerin seyrüsefer defterleri, o iki büyük yaratıcının yazdıklarını gereksizleştirecek nitelikte. Bembeyaz tuvalin usta denizcileri hiçbir şey göremez hâle getirmesi ayrı, fakat o sayfaları okuyanı, asıl, kalemi eline aldıklarında betimleme hünerlerinin onları terk ettiğini fark etmek ürpertecektir. Büyük bir şaşkınlıkla, anlatamadıklarını fark ediyor kâşifler. Hava koşullarının yekpare bir düzlem hâline getirdiği yabancı tuval dillerini karıştırmış, onları Babil Kulesi işçilerinin çaresizliğiyle buluşturmuştur sanki. Nihayet pes eder, görebildikleri kadarını hiç değilse çizmeye karar verirler. Fakat sonuç değişmez: Sayfayı fethetmek ile silinivermek arasında gidip gelen o desenler, konturları muallakta kompozisyonlardan öteye geçmez. Rembrandt’ın kış manzaralarında çizgilerini görünmezliğin kıyısına yaklaştırması belli ki keyfi değildi. Soğuğun hikâye kaldırmayacağını sezmişti.
Pantagruel’in dördüncü kitabında, dondurucu soğukta seyahat eden bir gemiyi anlatır Rabelais. Hava o kadar soğuktur ki kelimeler havada donakalır, Dil’in ötesindeki harf yığınları hâline gelir. Pantagruel o anlaşılmaz heceleri avuç avuç güverteye saçar. Rembrandt gibi, Rabelais de hikâyelerin sonuna gelmiştir.
Büyük ressamın tablolarını Hollanda Altın Çağı’na borçluyuz, hem o devrin hem de Hollandalı denizcilerin kutup bölgelerine düzenlediği keşif seferlerinin Küçük Buzul Çağı’na rastlamasıysa, bağlılığın nedensellik ifade etmeyişine diklenen tesadüflerden. Vermeer’in, Bruegel’in devrinde Hollanda’nın tarihinin en soğuk kışlarına toslaması, o sanatçıları tecrübe ettikleri koşulları yapıtlarına aktarmaya da itti. Bilhassa Hendrick Avercamp’ın kompozisyonları, dondurucu soğuğun gündelik hayatı nasıl değiştirdiğine bakmak isteyenler açısından, karış karış incelenmeyi hak eden birer kaynak niteliğindedir. Ufka dek, üzerinde zihne kılavuzluk edecek çentiklerden arınmış hâlde, neredeyse dümdüz uzanan beyazlık, mekânı sil baştan kurar onun tablolarında. Hem de soğuk havanın armağanı onca eğlenceye rağmen. Çocukluğundan beri tanıdığı şehirde, kasabada değil de beyazlıktan ibaret ham topraklardadır sanki. Benzeri görülmemiş soğuklar, onu mekân olma niteliğini yitirmiş, zamandan soyunmuş bir ara bölgeye hapsetmiş gibidir.
Ben ki bir metne ulaşmak için yokluğun işime yaramayan parçalarını yontmaya alışkınım, yine de yadırgıyorum o tablolardaki boşluğu. Kimi zaman her kelimeyi ölçüp biçerek, kimi zaman sanrı hızıyla satırları sıralıyor, her yeni taslakta gözüme çarpan cümleleri kalemimle olduğu yerden kazıyıp birbirine yapıştırıyorum. Dünyanın kayıtsızlığından bakanın, zihnime kıyı bulamadığımı görmesi de teselli etmiyor beni, gördüğü seraplar onu beslesin istiyorum, kimsenin bana, bize maceralarımızı dinleme borcu olmadığını bile bile.
Her Kayıp Oğul kendi geçmişinin figüranıdır neticede, başkalarının şimdiki zamanı için kendine başrollerden başroller beğenmesi, bir bakıma da onca telafi edilemez fedakârlığı yineleyebilsin diyedir. Bir Uçan Hollandalı temrini bu, zarar vermeden can yakma ustasına dönüşmüş zihinlerin tezahürü. O efsanevi hayalet geminin Avercamp’ın tablolarıyla, Hollandalıların Kuzey Kutbu seferleriyle hemen hemen yaşıt olması kuru rastlantılar hanesine yakışmasa da limansız kalmaya lanetlenmiş denizci imgesinin o dönem kulaktan kulağa yayılması zor olmasa gerektir: Keşifler çağındayız. Gözlemciye göre ufuk çizgisinin arkasında seyreden bir geminin, atmosferin Fata Morgana olarak bilinen oyunbazlığı neticesinde görülmesi denizcileri muhtemelen bir hayli şaşırtıyordu. Hem de onca tecrübelerine rağmen.
Bir ısı değişimi şart, görülmez denizcilerin kelimelerle buluşması için. Kutuplarda bilhassa soğuk, çöllerde bilhassa sıcak koşulların oluşması gerekiyor. Fata Morgana’nın tanımı yavan tabii: Bir atmosfer kanalının oluştuğu bölgede, ışınların dik bir termal enverziyonun farklı sıcaklıklardaki hava katmanlarından geçerek bükülmesiyle oluşan, optik bir yanılsama. Cümlenin altındaki basitliği görebiliyorum kuşkusuz, ne var ki kırıcı merceklere öykünen o katmanların arasında yine de Uçan Hollandalı’yı arıyorum.
O görünmez gemi denizcilerin dilinden karaya sıçrayıp edebiyata da kondu elbette; Thomas Moore’un, Coleridge’in tezgâhında niteliği adım adım değişti. Wagner onu Heine’den ödünç aldığındaysa, Uçan Hollandalı’nın laneti ölümsüz aşk temasıyla, vaat edilmiş toprakların en güzeliyle buluştu. Koşulsuz sevginin kurbanı, onu lanetlendiği denizlerden kurtaracak aşkı ancak ölümde bulabilecekti.
Bir ısı değişimi şart ne de olsa, hikâye anlatıcısının ortaya çıkması için. Zira sahici şefkat kişiyi kendisiyle baş başa bırakacak denli mesafeli, kayıtsız bir duygu.
Kibritçi Kız’dan da biliyoruz bunu. Andersen’in 1845 tarihli masalında, dondurucu soğuğa rağmen babasının korkusundan eve dönemeyen o küçük kızın ısınmak için tek çaresi, satamadığı kibritlerden birini yakmaktır. Zihni onunla oynamaya başlar hemen, kibritin cılız ışığında ilkin bir ocağın ateşini görür. O sahte ısı kaynağının şölenine teslim olduğunda ölümle buluşacaktır; onu sevmiş, onun hesapsız kitapsız sevdiği tek insanı, büyükannesini doya doya görmek, zihnini ısıtmak maksadıyla elindeki bütün kibritleri bir kerede çakar. Ateşin söndüğünü göremeyecektir.
Anlatıcının ancak kendi kendine kurtulabileceği bir gözbağı bu, zira en eski ateşin besleyicisi tanrıçanın, Hestia’nın adının, koruduğu ateşlerin etrafında çağlar boyunca anlatılmış hikâyelerin arasında büyük ölçüde unutulduğunu biliyorum. On İki Olimposlu arasındadır hâlbuki Hestia, Zeus’un ablasıdır ve Kronos’un yuttuğu çocukları arasındadır. Kardeşi Zeus, diğer kardeşleriyle birlikte onu da kurtarır, ne var ki, sonrasında kendine çekilecektir Hestia. Hiç evlenmeyecek, tanrılar ile insanlar arasındaki didişmelerden uzak duracak, tek göreviyle, Olimpos’un kutsal ateşini canlı tutmakla yetinecektir.
Bir ısı kaynağı şart çünkü, hikâye anlatıcılarının ortaya çıkması için.
Küresel ısınmanın perdesi gezegenin üzerine indikten sonra bizleri bekleyen hikâyelerde figüran olmaktan kaygılanmamızın nedeni bu olabilir. O şimdilik hayal mahsulü dünya, büyük şirketlerin, büyük paranın oyun bahçesi olmaktan çıkıp hakikatin ta kendisine dönüştüğünde, belli ki olsa olsa kuma gömüldü gömülecek, yol yol çatlamış suretlerimizin kalacağını düşünüyoruz hikâyelerimizden geriye. Kulak kabartanlar çıksa bile, Ozymandias’ı, Shelley’nin o ürpertici çöl şiirini duymayacaklardır. Kuma gömülmüş, ufalanmış o Krallar Kralı’nın kibrini yineleyenin onunla aynı son perdeye varacağını bilmeyecektir.
Zihnin sahiden de şefkate komşu, acımasız bir espri anlayışı var. Hipoterminin geriye dönüşsüz aşamalarında, beynin hava sıcaklığını yorumlamakla görevli bölgesi ona ulaşan bilgilerden hatalı bir sonuç çıkararak dışarıya çöl sıcağının hâkim olduğuna inanmaya başlıyor. Donmanın eşiğindeki kişiyi ter basıyor sonra, ölmeden önce, gövdesini bir nebze de olsa ferahlatmak maksadıyla soyunmaya başlıyor.
Geleceğinin anı olmayacağını düşünemeyecek kadar yorgun düştüğü için şanslı sayıyorum onu.
Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.