Yes, and how many times can a man turn his head
And pretend that he just doesn't see?
The answer, my friend, is blowin' in the wind
The answer is blowin' in the wind
Yes, and how many times must a man look up
Before he can see the sky?
And how many ears must one man have
Before he can hear people cry?
Yes, and how many deaths will it take 'til he knows
That too many people have died?
The answer, my friend, is blowin' in the wind
The answer is blowin' in the wind
—Bob Dylan, Blowin' In The Wind1
Rüzgâr nedeniyle dev dalgalar oluştu, dalgaların karaya ulaşması sonucu sahili su bastı, fırtına hayatı olumsuz etkiledi, tekneler hasar gördü, ağaçlar devrildi, sahildeki işletmelerin tenteleri hasar aldı, yağış ve fırtına öğle saatlerinde etkisini artırdı, ulaşımda aksamalar yaşandı, yayalar fırtına nedeniyle yürümekte zorluk çekti, fırtına sabah saatlerinden itibaren saatte 80-90 km hıza ulaştı, meyve ağaçları söküldü, çatılar uçtu, karavanlar devrildi, fırtına akşama doğru etkisini kaybetti…
Bu ifadelerin hiçbiri İstanbullulara yabancı değildir; hatta akşam haberlerinde duyulmaları vaka-i adiyedendir, pek de üzerinde durulmaz. Yine de doğup büyüdüğüm kent olan İstanbul’da, ismini Yunan mitolojisinde güney rüzgârı tanrısı olarak bilinen Notus’tan alan lodos, bednam bir doğa olayıdır. Baş ağrısı, nefes darlığı, hâlsizlik, sersemlik yaratıp türlü belalar getirdiği ezelden beri biliniyor olmalı ki şehir efsanelerine göre lodos vakti Bizans’ta mahkemelerin iptal edildiği, Osmanlı zamanında da kadıların karar almadığı söylenir... Tıpkı Katalanların insanı delirttiğine inandıkları, söylentiye göre Salvador Dali’nin Barselona’ya taşınmasına sebep olmuş, Pireneler’den esen tramuntana rüzgârı gibi lodostan da sakınılması gerekir.
Antikçağdan bu yana havanın insan beden ve ruh sağlığını nasıl doğrudan etkilediği, hangi havada ne yapılma(ma)sı gerektiği biliniyor elbette. Hipokrat da bu konudaki ilk yazılı kaynaklardan biri olan On Airs, Waters, and Places adlı kitabında uzun tariflere, önerilere yer vermiş. Burada doktorlara verilen tavsiyelerden biri de hastaya “hava değişikliği” yöntemini uygulamak. Ancak bugün bu önerinin ne kadar geçerliliği var tartışılır. Zira “havalar” hâlihazırda insanlığın yapıp ettikleri nedeniyle epey bir “değişti”. Mevsimlerin tanımı ve ritmi eskisi gibi değil. Kayıtların tutulduğu 1850’den bu yana en sıcak yılı geride bıraktık. Şimdi ise önümüzde daha sıcak günler var. Müstakil birer hava istasyonu olarak, dört mevsimi hakkıyla yaşa(t)ması beklenen bu coğrafyada artık bizler de neredeyse tüm yıl tuhaf, tanımsız, ılıman bir iklimin hüküm sürdüğünü gözlemliyoruz. Üstelik bu geri dönülemez sıcaklık yükselişinin şiddetli sonuçları her gün ekranlarda, haberlerde. Yerleşim yerlerini vuran sert, hatta ölümcül denebilecek rüzgârlar, siklonlar ve kasırgalar dünyanın her yerinde sayıca inanılmaz bir şekilde güçlenerek artıyor. Öyle ki geçtiğimiz günlerde 1970’lerde meteorologların kullanmaya başladığı beş kategorili Saffir-Simpson kasırga ölçeğinin bundan böyle altıncı kategoriyi kabul etmesi gerektiği konuşulmaya başlandı. Bilinen kategorilerin ötesinde bir noktadayız artık.
Ölçekler ve kategoriler sınanadursun, bugünü yarına bağlayan aralıkta Avustralyalı sanatçı Cameron Robbins, Tazmanya’da bulunan The Museum of Old and New Art’ta (MONA) önümüzdeki elli yılın havasını kayda alacak bir projeye girişmiş. 2018 yılında başladığı proje bir kayıt mekanizmasından müteşekkil. Müzenin dışına uzanan dokuz metrelik bir kuleden alınan yerel rüzgârlara dair veriler, doğrudan iç mekândaki çizim makinesini hareket ettiriyor ve günbegün hava durumunu haritalandırıyor. Rüzgârın hızı kalemin hareketini, yönü ise çizim tahtasının yönünü belirlerken elektrikli bir sistem yavaşça beş metrelik suluboya kâğıdını kaydırıyor. Rüzgârın gücüyle çalışan ve onun kaydını tutan bir çizim enstrümanı bu. Sanatçının Wind Section Instrumental adını verdiği ve neredeyse geniş bir oda büyüklüğündeki yerleştirme, değişmekte olan bir iklimdeki hava sistemlerini, olaylarını beş metrelik bir kâğıda mürekkeple transkript edip önümüzdeki 45 yıl boyunca yeni normalimizi görünür kılan bir hava istasyonu olarak işlemeye devam edecek.
Rüzgârı koklayabilir, duyabilir, tenimizde hissedebilir, kimi durumlarda tadını bile alabiliriz, ancak onu görmek bir nesnenin varlığı olmadan imkânsızdır. Görünmezliği, rüzgâra her seferinde başka bir kılığa bürünme şansı verir; hızlıca uzaklaşan bulutlar, havada süzülen bir uçurtma, dalları eğilmiş bir ağaç, açık pencereden salınan perde, dalgalanan bir bayrak, uçuşan etekler, çırpınan defter yaprakları, sokak arasında beliren küçük hortumun sürüklediği poşet, yana yatmış bir yelkenli, kıyıya vuran dalgalar… Fransız felsefeci Luce Irigaray L’oubli de l’air isimli kitabında “Bütünün indirgenemez biçimde kurucusu olan bu unsur, kendisini ne algıya ne de bilgiye empoze eder. Her zaman oradadır, unutulmasına izin verir” diye yazar. Bugün Çin’in hava kirliliğinden sapsarıya dönmüş bazı eyaletleri felaket bir istisna teşkil etse de, gerçekten ne havayı ne de havanın taşıdığı tehlikeyi çıplak gözle görürüz.
İrlandalı sanatçı John Gerrard 2017 tarihli Western Flag (Spindletop, Texas)başlıklı çalışmasında iklim krizini tetikleyen en büyük faktörü, karbondioksit gazını, rüzgârda dalgalanan simsiyah bir bayrak imgesinde billurlaştırır; çorak bir alanın ortasındaki bir bayrak direği ve direkten bayrak formunda çıkarak salınan siyah dumanlar, gözümüzle görmediğimiz için kolaylıkla görmezden gelebildiğimiz iklim krizini işaret eder. Görüntüdeki bayrak direğinin bulunduğu yer, 20. yüzyıl başında Teksas’ta keşfedilen, Spindletop isimli geniş bir petrol rezerv alanıdır. Dünyanın en büyük petrol kuyularından biri olan ve –bir zamanlar– günde yaklaşık 100 bin varil petrolün çıkarıldığı bu alan, ABD’de 1901-1940 arası yaşanan petrol üretim patlamasının sembollerinden biri olmuş. Bu yeri gerçek zamanlı grafikler kullanarak simüle eden Gerrard, çalışmanın sergilendiği süreçte geniş bir fotografik taramadan elde edilen görüntülerle (saniyede 50 karelik bir bilgi akışıyla) bölgenin neredeyse birebir canlı görüntüsünü sunuyor. Dolayısıyla izleyiciler gün doğumunu ya da batışını, bölgede bulunan ışık, gölge, bulut, rüzgâr gibi unsurları “oradaymışçasına” gözlemleyebiliyor. Bayrağın kendisiyse tamamen dijital bir üretim. Bayrağı oluşturan dumanın çıktığı yedi ayrı nokta, eski haritalarda farklı yönlerden Dünya’ya rüzgâr üfleyen meleksi yaratıkların (kimileri Tanrı tasvirleri de olabiliyor) nefeslerini hatırlatıyor. Bu dağılan, parçalanan, belki de öksüren bayrak, maalesef hasta bir Dünya’nın mükemmel bir imgesi. Dünya yanıyor ve artık her yerinden dumanlar yükseliyor. “Küresel ısınma” değil, “küresel ısıtma” derken, artık o da değil, “küresel kaynatma” diyoruz içinde bulunduğumuz duruma… Belki o yüzden sanatçının küresel krize bir imge, suret kazandırmak için ürettiği bu bayrağı temelde yeni dünya düzeninin tezahürü ya da Antroposen çağın anıtı gibi görmek mümkün, ama geri dönüşü olmayan kayıplara bir tür ağıt olduğunu iddia etmek de yanlış olmaz.
Tüm diğer elementler gibi havanın, yani rüzgârın da iki kutuplu bir doğası vardır; yumuşak ya da şiddetli, tazeleyici ya da sersemletici, can veren ya da can alıcı olabilir. Yalnızca mitolojik öykülerde değil, tek tanrılı dinlerin metinlerinde de rüzgâr/fırtına Tanrı’nın öfkesiyle ilişkilendirilir; Şamanist inanca sahip Yakutlar uyuyan rüzgârları rahatsız etmemek için ıslık çalmaz,2 antik dönem tahayyülünde rüzgârlar tanrıların öfkelerini, kıskançlıklarını ifade eden araçlardır, İncil’de ise Tanrı, Babil’i yıkıcı bir rüzgârla test eder. Öte yandan rüzgâr Tanrı’yla, evrenle bir olmanın bir yoludur da. Zira yalnızca bireyi ve evreni düzenleyen üretken ilke pneuma[hayat nefesi] değil Kutsal Ruh, prana ya da Qi, adına ne dersek diyelim, tüm kadim inanışlarda bu kozmik üfürük3 hem insanın nefesi hem de dünyanın rüzgârıdır. İngiliz sanatçı Anish Kapoor bu kadim ilişkilenmeyi Ascension adlı işinde nefis biçimde görselleştirmiş: İlk olarak 2011’de Venedik’teki Basilica di San Giorgio Maggiore Kilisesi’nde sergilenen yerleştirme, geniş, yuvarlak bir kaideden yukarı doğru yükselen bir dumandan oluşuyor. Soyut ve elle tutulamaz olduğu düşünülenin neredeyse gözle görülebilir, işitilebilir ve cesaret ederseniz dokunulabilir bir varlığa dönüştüğü, huşu ve dehşeti izleyicide aynı anda uyandıran bir yapıt bu. Rüzgârın kumaşından yapılma bu duman kolonu, bir tür göbek bağı gibi dünyevi olanı kutsala, içeriyi dışarıya, boşluğu doluluğa, varlığı yokluğa bağlıyor. Tanrı’ya, hayaletlere ya da bilime, hangisine inanırsanız inanın, yapıtın bedenimizi bizden daha büyük bir varlıkla birleştirdiği hissinden kaçmak zor. Dolayısıyla bu eser, dünyevi olanın metafiziksel yönünü öne çıkarırken sömürülecek değil bütünleşilecek bir dünya tahayyülüne düşünce ve diyalog zemini oluşturuyor.
Ekvator kuşağında doğudan batıya doğru esen rüzgârlara İngilizcede alize ya da başka bir şey değil de kelimesi kelimesine “ticaret rüzgârları” dendiğini öğrendiğimde biraz şaşırmıştım. Belki de esas şaşırtıcı olan, yüzyıllar boyunca bu rüzgârların Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesine sebep olan gemileri taşıması, bu ticaret yollarının imparatorlukların kurulmasına ve bugünkü modern politik coğrafyanın oluşmasına böyle göbekten bağlı olmasıydı. Alizeler değil ama soyut anlamıyla ticaret rüzgârları hâlen ve her zamankinden vahşice esiyor. Kapitalizmin çeşitli coğrafyalardaki doğal kaynakları sömürmesi insanları yerinden ediyor ve yerinden edilenlerin hayatları, yaşayabilecekleri coğrafyalara gitmeye çabaladıkları yolculuklarda alabora oluyor. Peki ulus-aşırı şirketler ve Pentagon karbon salınımının hâlen yüzde 70’inden sorumluyken bize düşen, denizlerdeki ısınmanın, buzulların erimesinin, hava kirliliğinin, eko-kırımın ve orman yangınlarıyla görünürleşen küresel kaynatmanın tabandan gelecek bir değişim rüzgârıyla hafiflemesini beklemek mi? Yoksa Bob Dylan’ın sorduğu soruları 62 yıl sonra bugün daha yüksek sesle ve ısrarla sorabilecek miyiz?
Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.