Serra Yentürk: Pandemi sürecinde akıp giden zamanı bir nebze somutlaştıran ya da anlamlandıran, muhtelif yerlerde yaşanan, tanık olunan veya üretilen şeyler oldu. Zamanın temsiliyetine böyle bir zemin sağlayan mekânla hemhâl oluşu, mekânın barındırdığı his, fikir, eylem ve öyküleri şekillendirişi, bu ikisinin kronotop denen potansiyel ve bütünlüğe erişmesi, bu sıra dışı dönemde daha algılanabilir hale geldi. Bu özel zaman-mekân eşleşmesi ve çıktıları, misafir sanatçı programlarının işleyiş ve ruhunu da epey iyi özetliyor…
Bu programların son on yılda çoğalıp çeşitlenmesi, giderek kaotik hale gelen dünya gündemi ve güncel sanat dünyasının kâr amaçlı yapılanmaları karşısında bir nefeslenme ihtiyacı ile yakın ilişkili. Finlandiyalı küratör Irmeli Kokko’nun ifadesiyle, bu gibi programlar sanatçıların “çizgisel [farz edilen] zamanın üretkenlik üzerine kurulu etosundan”[1] sıyrılabilmesine imkân verirken farklı zamansallıkların bir arada var olabileceği, etkileşime açık bir alan sağlıyorlar. Dolayısıyla, her anın ekonomik karşılığı olan bir üretim için fırsat olarak görülmediği, katılımcıların pratiklerini değerlendirmesine olanak sağlayan, açık uçlu bir inzivanın gerekliliğini tanımak, bugün (pandemi sonrası dünyada) her zamankinden elzem görünüyor.
Konuya benzer bir yerden yaklaşan akademisyen ve küratör Florian Schneider da bir misafir sanatçı programının hiçbir zaman kendi için ya da kendi başına var olmadığına, birbirinden farklı zamansal katmanlar arasında yeni bağlar türetme kapasitesine bağlı işlevine değiniyor. Bir programın katılımcıları arasında kusursuz bir senkrondan bahsetmenin pek mümkün olmadığını akılda tutarak, bu bağları türetmek, gelişim aşamasındaki işlerin kaynaklarında -varsa- birbirine yaklaşan noktaları birlikte keşfetmek ve sonuca odaklanmadan, bizzat yaratıcı süreç üzerine konuşmak için sizleri her birimizin kendi zaman-mekânından eriştiği, Google Docs üzerinde şekillenecek olan bu dijital ortam buluşmasına davet etmek istedim. Kabul edip, zaman ayırdığınız için hepinize teşekkürler.
Belki bu yazılı sohbete önce “atölye” fikri üzerine konuşmakla başlayabiliriz. Burada bahsedilen atölye elbette ev-atölye kadar kişisel ve mahrem bir alan değil. Perdelerle bir ölçü yalıtabileceğiniz, geçici bir mekân. Dolayısıyla SAHA Studio’da bir mekândan ziyade, bir “durum”un içinde çalışıyordunuz. Bu paradigma çalışmalarınızı nasıl etkiledi?
Ali Miharbi: Benim açımdan atölyeye referans vermek veya işlerin o mekândan kaynaklı durumlardan şekillenmesi değil de genel itibarıyla dolaylı bir etkiden bahsedebiliriz, o da buranın dinamikleri: SAHA Studio Açık dışında da ara ara ziyaretçilerin, toplantıların olduğu, içinde bir ofisin de bulunduğu paylaşımlı bir ortam olması, izole edilmiş bir atölyede çalışma durumu ile karşılaştırıldığında insanın üretimini ister istemez farklılaştırıyor. Sanatçılar kendi projeleri üzerinde çalışıyor olsa da her sanatçının etrafında kendi dışında bir şeylerin geliştiriliyor olmasına tanıklık etmesi ve arada yapılan fikir alışverişlerinin yarattığı atmosfer arka planda işlerin gidişatını da etkiliyor diye düşünüyorum. Hatta doğrudan etkilediği durumlar da oldu; örneğin sürtünme sesi yoluyla kalp atışı sesini taklit eden basit enstrümanlar üzerine 3D baskı ile çalışmalar ve denemeler yapıyordum. O sırada İz de seramik ile çalışıyordu. Seramiğin çıkaracağı sesi de denemek istedim ve İz’in yardımıyla düşündüğüm parçaları ürettik. Bu program sürecinde üzerinde çalıştığım ana proje dışında arka planda denemeler olarak ilerleyen, bir sonuca varması için zorlamadığım birkaç küçük proje vardı ve özellikle hakim olmadığım bir malzemenin beklenmedik bir şekilde karşıma çıkması ve bu ortam içinde olmasam bu kadar rahat olmayacak bir şey yapabilmem açısından çok besleyici benim için.
İz Öztat: SAHA Studio’daki “durum”u kendi deneyimim içinden değerlendirdiğimde, öncelikle misafir sanatçı programları ile ilgili paylaştığın tespitlerle farklılıklarına değinebilirim. Misafir sanatçı programlarının “katılımcıların pratiklerini değerlendirmesine olanak sağlayan, açık uçlu bir inzivanın gerekliliğini tanı[dığından]” bahsediyorsun. SAHA Studio’da, davet edilen sanatçılara çalışma alanı, araştırma ve üretim desteği sağlamanın yanı sıra, dönem içinde iki kere düzenlenen SAHA Studio Açık etkinlikleri ile üretimlerin sergilenmesi bekleniyor. Her ne kadar bitmiş bir işin sergilenmesi beklenmese de odağın süreçten sergilemeye kaydığı durumlar deneyimi şekillendiriyor. Bu durumu göz önünde bulundurarak, stüdyonun hem bir çalışma alanı hem de bir sergileme alanı olmasına yönelik beklentiyi işimin bir parçası haline getirdim ve çalışma alanımı bir sahne olarak kullandım.
Mekânın mimari özellikleri, işlevleri ve programın yapısı hem stüdyoları kullanan sanatçılar hem de mekânı ofis olarak kullanan çalışanlar arasında etkileşim sağlıyor. Davetli sanatçılar, kurumdaki çalışanlarla mekân/zaman paylaştıkları için, kurumun misyonunun hayata geçmesi için verilen emeği ve kurumun çalışma prensiplerini gözlemleyebiliyor. Dolayısıyla benim için hem davetli sanatçıların üretim süreçlerini hem de sanatsal üretimi destekleyen emek ilişkilerini yakından tanıdığım bir durum söz konusuydu. Mekânı paylaştığım herkesten öğrendiğim ve etkilendiğim, devam edecek ilişkiler kurduğum bir dönem oldu.
Pratiğim açısından ise özlemle arzuladığım imkânların sağlandığı bir süreç yaşadım. İçinde uzun süre çalışabileceğim bir alanda üç boyutlu düşünebilmek ve üretebilmek çok değerli bir deneyimdi. Bunu yaparken, kurumda “Teknik Sorumlu” görevini üstlenen Timuçin Işıdı’nın ekipman kullanımı ve malzemelere dair birikimini paylaşması, üretim sürecinde birlikte çözüm geliştirme desteği ile hayal ettiklerimi gerçekleştirme şansım oldu. Mahrem ve kırılgan üretim aşamalarını gün ve gün paylaşarak verdiğin duygusal ve zihinsel destek, süreçte yol alırken güvenli bir ortam sağladı.
TUNCA: SAHA Studio’nun ortak ve açık bir üretim alanı olma durumu, dönem dönem ziyaretçilere açılarak gezilebilirliği programın iştirakçileri için de etkileşimli bir sürece ev sahipliği yapıyor. İzleyicilerin, finalize edildikten sonra seçilmiş ve birbirini tamamlayan bir paragrafa dönüşmüş işlerden meydana getirilmiş bir sergiyi deneyimlemesi yerine burada hem sanatçı hem de izleyici için bir süreç paylaşımı var. Ben de kendi üretim sürecimde hep bu açıklıkla hareket ettim; buraya aklımda gelmiş olduğum fikir ve proje, son ana kadar hem diğer sanatçı arkadaşlar hem SAHA ekibi hem de ziyaretçilerin varlığıyla evrilmeye ve şekillenmeye devam etti.
Eser Epözdemir: "Durum" olarak nitelendirdiğin şeyin bendeki karşılığını şöyle açmak isterim: Paylaşılan ve -yarı- görünür bir alanda üretmek içeriği ve biçimi şekillendiren etkilerden oldu şüphesiz. SAHA Studio sürecinde çalışma ve araştırmalarımı, stüdyonun "dışarıya açılan" camları yönünde olan balkonlu cephe haricinde çoğu zaman perdeyi kapalı kullanarak geçirdim. Dışarıya açılan pencere ise aslında stüdyonun neredeyse en sosyal mekânı olan balkona bakıyordu. Bu yarı-kapalılık hem alanın kendisini hem onu var eden ışık, ses ve mekânın içinde yer alanları, bir adım beriden algılamaya yarayan geçişli bir alan yarattı. İnce bir tür hücre zarı gibi stüdyo alanımı çevreleyen perde, açıp/kapatabileceğimi bildiğim bir tür iç-dış ilişkisi kurmama yararken, dönemin diğer katılımcılarıyla bir arada olabilmek gerek kişisel alan ve sınırlar, gerekse paylaşılan zaman ve mekân üzerine daha yoğun bir araştırmaya girmeme olanak sağladı. Bu hücre zarı etkisi benim için hem yakın hem mesafeli olunabilecek, gerektiğinde tutulabilecek tekil alanı ve stüdyonun doğası gereği paylaşılan ortak alanı daha iyi deneyimlememi sağladı diyebilirim. Mekânda çalışan ekibin olabilecek her süreçte desteği ise bu yakın-mesafeli dengeyi daha anlamlı kıldı. Özellikle geçirdiğimiz pandemi sürecinde "fiziksel mesafe" olarak tanımlanan ve aslında benim sosyal mesafe olarak düşündüğüm meseleyi bir başka taraftan burada da deneyimlemiş olmak, geçirdiğimiz zorlu süreçte bu tür bir ortak alanda çalışabilmek açıkçası bir "nefes" oldu. Eklemem gereken bir başka keyifli detay ise atölyenin balkonunun ve atölye alanımın baktığı dış cephede, çoğunlukla ceviz ağaçlarına konan kumruları, geliş-gidiş saatlerini, birbirleriyle olan ilişkilerini gözlemlediğim gündüz vakitleri idi. Araştırma sürecimi izleyiciyi ve bizzat kendimi zaman ve su kavramlarını ilişkilendirebileceğim bir tür mekânsal denemeye davet etmek üzere geçirdim.
Berat Işık: Bugüne kadar benim atölyem, evdeki çalışma odamı saymazsak, döküm, heykel, marangoz, demirci, tornacı, avizeci, mekatronik, bazalt taş, sanatçı atölyeleri; asfalt şantiyesi, garaj, hapishane, dağ, tepe, bayır, kuyu gibi iş neyi gerektiriyorsa orası oldu. Bu bağlamda SAHA Studio “kendime ait” ilk atölye. Bazalt taşından parçaları belli bir aşamaya kadar Diyarbakır’da üretmem ve Diyarbakır’da çalışıyor olmam stüdyoyu tam zamanlı kullanmamama, bu da mekanla bağ kurmamda, bir aidiyet duygusu hissetmemde gecikmelere sebep oldu. Sanırım kırılma noktası yoğun kar yağışı nedeniyle stüdyodaki etkinliklerin iptali sonucu mekanda “mahsur” kalmamızdı. Bu durumu çalışma fırsatına dönüştürmek,- ki taşları tek tek dışarı taşıyıp 9 farklı zımpara ile her bir yüzeyini parlatmam gerekiyordu – üşüdükçe içeri kaçıp Ali’nin işiyle ısınmam, birlikte karnımızı doyurmamız, kedileri beslememiz, mekânla ve sanatçı arkadaşlarla paylaşımlarımız tüm bu mesele ile güçlü bir bağ kurmama yardımcı oldu; iyi ki süreç böyle işlemiş. Bu atölye tecrübesinin biricikliği, yani her dönem sanatçılarının kendi içinde yaşadığı benzeri olmayan tecrübenin en büyük müşahidi siz SAHA çalışanlarısınız. Bundan dolayı belki 8-10 dönem geçtikten sonra siz çalışanların fikirleri çok kıymetli, bu muhakkak yazılı olarak kayda geçirilmeli.
Serra: Çoğunuzun araştırmaları stüdyoda geçirilen zaman içinde İz ve Ali’nin bahsettiği bilgi aktarımı, hatta Berat’ın değindiği, burada aranızda filizlenen dayanışma ile somut birer işe dönüşüyorlar. Öte yandan, buradaki durumun aksine tamamen izole edilmiş ve süre kısıtlaması olmaksızın kullanılan bir mekânın deneme-yanılmalara girişmeyi, malzemenin peşinden daha hesapsız gitmeyi, hatta başarısız olmayı göze almayı kolaylaştıran bir yanı olmalı diye düşünüyorum. Dolayısıyla buradaki zihinsel ufkun, Ali ve Eser’in bahsettiği gibi çok farklı olduğu aşikar… Böyle bir süreçte yanılma ve başarısız olma olasılığı üzerine bir şeyler söylemek isteyen var mı?
İz: Yanılma ve başarısızlık, önceden belirlenmiş bir sonuca varmaya çalışırken söz konusu oluyor. Sürecimi öngördüğüm bir noktaya varmaya çalışarak yapılandırmak yerine, kendime içgüdüsel olarak ilerleyebileceğim bir zaman tanıdım. SAHA Studio ile sağlanan imkân, hem tam-zamanlı çalıştığım birkaç yılın ardından geldiği, hem de yukarıda bahsettiğim üretim koşullarını sağladığı ve enerjimi/zamanımı planlı ve verimli kullanmak zorunda olmadığım için, açık-uçlu bir sürecin açtığı çatlaklardan akabileceğim şekilde çalışma şansım oldu. Bu süreçte Ra ile işbirliğimizde de doğaçlamayı bir yöntem olarak sahiplenip, yeniden canlandırmaların getirdiği çağrışımlardan beslenen bir ifade dili kurduk. Dolayısıyla, yanılma ve başarısızlıktan bahsedemem ama nereye gideceğini bilmediğim, malzemeyle ve bir başka bireyle işbirliğinde çalışmanın getirdiği ilişkisellikte ortaya çıkan, öngörülemez biçimleri işe dahil ederek yol aldığımı söyleyebilirim.
TUNCA: Yanılmak ve başarısızlık üzerine, program boyunca dünyada yaşanan olaylarla projemin eşzamanlı olarak etkileşime girmesi sebebiyle ben de çokça düşündüm, düşünüyorum. Projem kendi içinde hem bir risk alanı oluşturdu hem de gelişen olaylarla şekillenirken bana fikirlerimi farklı perspektiflerden görme avantajı da sağladı.
Ali: Ben de yukarıda bahsettiğim gibi içinde deneme-yanılma olan bir süreçten geçtim. Daha önceden belirlenmiş bir proje baskısı olmadığı için ve özellikle programın ilk kısmını özellikle dallanıp budaklanan denemelere ayırdığım için teknik bir konunun başarısızlığa uğraması bir başarısızlık veya yanılgı olmadı benim için. Örneğin çok fazla kavramsal çerçevesini düşünmeden başladığım ve gittiği yere kadar gider dediğim denemeler oldu. Bunlardan bir tanesi de mekanik bir sismografı içeren bir projeydi. Teknik olarak birçok yanılma ve en sonunda bir şeyleri çözme süreci sonrası fikir olarak da henüz olgunlaşmadığını fark ettim ve bir noktadan sonra zorlamadım. Rafa kaldırılmış gözükse de ilerde muhtemelen bir yerlerden tekrar çıkıp kendini başka bir şekilde göstereceğini düşündüğüm bir proje bu. Programın son haftaları ise denemeleri bir kenara bırakıp bir toparlama sürecine girme dönemi oldu benim için. Dolayısıyla bu dönemde işlemeyen şeyler sonuca giden süreci tıkayan bir konuma gelmeye başladı. Kısaca deneme-yanılma ve başarısızlık hissi baştan konan tarife göre değişiyor.
Eser: Başarı/başarısızlık tanımlarının kendilerini de tekrar tanımlamak gerek belki bu tür bir soruya cevap verebilmek için. Araştırma odaklı geçirdiğimiz bu süreçte eklenen ya da çıkarılan her biricik şeyin manası olduğu kanısındayım. Boşlukları doluluklarla tartmak gibi, araştırma sürecinde de harekete imkân veren bu stüdyo alanında malzemeyle bir şeyi söylemek kadar susmak, hatta belki küsmek de işi kendince şekillendiren etkenler oldu diyebilirim.
Berat: Sanatsal üretimin yüzde doksan beşi hayal kırıklığı, yanılma ve “başarısızlık” zaten. İşleri güçlü ve eşsiz kılan da bu değil mi?
Serra: Eser’in tabiriyle sanatçının malzemesi yoluyla aklındaki bir sözü ilk defa söylediği, bir nevi doğum yaptığı mekânın, o sözle veya işle kurduğu bağa gelmek ve bunu bir anekdotla açarak fikirlerinizi almak istiyorum: Daniel Buren, 1971’de yazıp 2007’de yeniden ele aldığı Stüdyonun İşlevi başlıklı yazılarında, “taşınabilir işin tavizi”nden bahsederek “sanki varoluşu için elzem olan enerjinin, işin üretildiği stüdyonun kapısından çıkmasıyla uçup gittiği”ni; bir işin ancak üretimi sürecinde onu çevreleyen şeyleri eş zamanlı olarak gözlemlediğimizde anlaşılabileceğini; müzenin “yerleştirme arzusu”nun işin bu içsel tarafını sönümlediğini söylüyor ve Brancusi’nin, bu organik mekânı izleyiciye açarak seçen ve sınıflandıran müzeye “kısa devre” yaptırdığını hatırlatıyor. Sizler de SAHA Studio’da dönem ortası ve sonunda düzenlenen kamusal sunumlarla, işlerinizi izleyiciye doğduğu ve üretildiği yerde göstermiş oluyorsunuz. Bu iş-mekân-izleyici ilişkisine sizin eleştirel yaklaşımınız nasıl?
Berat: Ne yazık ki sonra müze Brancusi’ye kısa devre yaptırıyor! Sarkis 2010 yılında Brancusi’nin atölyesini gezdirirken şunu söyledi: “Müze sözde korumak için tüm atölyeyi cam bir fanusa koydu, görüyorsunuz ama dokunamıyorsunuz, hissedemiyorsunuz. İşleri, atölyeyi sözde koruyorlar ama işler nefes alamıyor boğuluyor.” Her işin ruhu olduğuna inananlardanım fakat bunu “yaşatmanın” veya “öldürmenin” doğduğu mekânla çok ilişkili olmadığını düşünüyorum, yani atölyenin kutsiyeti meselesi çok nadir mekânlar dışında (mesela Sarkis’in atölyesi) bence pek işlemiyor; ordaki mesele daha çok atölyenin sanatçısı ve işi var ederken üflediği ruhla ilgili. SAHA Studio’daki sanatçı-mekân-izleyici ilişkisi zaten şekillenmeye devam eden bir üretim sürecinde sanatçı için kimi avantajlar yaratabiliyor. Kafanızda çok iyi dönen işle ilgili bir durum izleyici için o kadar da rahat işleyemeyebiliyor; bu sanatçıya işini dönüştürme, geliştirme anlamında büyük ölçüde yol gösteriyor diye düşünüyorum. Normal şartlarda bir işi üretip sergilediğinizde, yukarıda bahsettiğim “aksaklıkları” sergi esnasında görüyor ancak müdahale edemiyorsunuz. Oysa stüdyoda son ana kadar müdahale şansınız var. Tabii bunu bir de izleyicilere sormak gerekiyor; onlar bu süreci nasıl yaşıyor; klasik bir sergi ziyareti ile stüdyoda devam eden bir duruma müdahil olmak onlar açısından nasıl işliyor…
İz: Buren’in tespiti, her pratik için geçerli olmayabilir; her bir sanatçının stüdyosu ve süreciyle kurduğu ilişkiye bağlı olarak yeniden düşünülebilir. Benim için hayatta en haz aldığım deneyim, sanatçılarla ve işleriyle stüdyoda ve yapım aşamasındayken buluşmak. Sürece şahitlik etmeyi, henüz biçim almamış ihtimallerin bir arada ve görünür olduğu bir dünyaya girmeyi, sanatçıyla cevaplarını aradığı soruların içindeyken karşılaşmayı çok değerli buluyorum. Kendi pratiğimi ve sürecimi de tanıdığım ve davet ettiğim kişilere bu aşamada açmayı besleyici bulmakla beraber, dönem ortasında düzenlenen buluşmada devam eden süreci, izleyicinin nazarına sunmak için dondurmaya direnç gösterdiğimi fark ettim. İşi besleyen karşılaşmalar yaşayarak bu ihtimale açık olabileceğimi gördüm. Dönem sonunda gerçekleşen SAHA Studio Açık, bir sergileme anı olarak konumlandırıldığı, izleyicinin beklentisi bu yönde şekillendirildiği ve stüdyolar birer sergileme alanına dönüştüğü için, işler fiziksel olarak stüdyodan çıkmamış olsa da “yerleştirme arzusu”nun hüküm sürdüğü, stüdyo işlevinin ve sürecin mekândan çekildiği bir an olduğunu düşünüyorum.
TUNCA: Ben genellikle güncel konular üzerinde çalışan bir sanatçı değilim fakat SAHA Studio’da üzerinde çalıştığım proje çok güncel bir durumun kıskacına girdi. Projenin, bu durumdan kaynaklı, tüm dünyayı ilgilendiren bir süreçle etkileşime girmesi kaçınılmazdı. Belki bu proje ile atölyemde uğraşıyor olsaydım, sergileyip sergilememe konusunda kararsızlığa düşebilirdim ama SAHA’da girdiğim süreci yaşamak, deneyimlemek ve tamamlamak durumundaydım. Bu projeye başladığımda böyle bir durum yoktu ve projenin kendi içerisindeki gelişimini, mekânı kullanan diğer sanatçı arkadaşlarım, SAHA ekibi ve ziyarete gelen izleyici de paylaştı. İş-mekân-izleyici ilişkisi açısından, değişkenleri ve sabitleriyle, son derece aktif bir proje olduğunu düşünüyorum.
Ali: Özellikle dönem ortası ziyaretlerini daha önce konuştuğumuz deneme-yanılma konuları ile bağlantılı olarak düşünürsek, benim için bu sadece yapılanı ziyaretçilere sunmak ve bunu kelimelere dökerek kristalize etme sürecine sokmak değil, aynı zamanda da ziyaretçileri gözlemlemek için bir fırsat oldu. Örneğin öngörmediğim tepkiler aldığımda sonradan bunun üzerine düşünüp bazı değişiklikler yaptığım oldu. Bazen hiç beklemediğim ama hoşuma giden yorumlar ve düşünmediğim referanslarla karşılaştım, bazen de işin düşünmediğim ve istemediğim taraflara gidebileceğini hissedip ne yapmalıyım veya bir şey yapmalı mıyım diye düşündüm. Sürekli bu şekilde üretmek ideal bir durum mu emin değilim ama bir dönem bunu yapmak geneline baktığımızda bende olumlu bir etki bıraktı.
Eser: Stüdyo sürecinin ara döneminde paylaştığımız çalışmalar, şekillenmekte olan hamurun sonuç halinin nereye gideceğine dair ipuçları gibiydi. Her birimiz için bu farklı bir dozdaydı, çünkü işler şekillenmeye devam ediyordu. O zaman bile paylaşılan üç boyutun ardında, üreten kişinin kafasında yeni ihtimaller, potansiyeller, biçimler sonsuz miktarda açılmaktaydı; en azından kendi adıma bunu söyleyebilirim. Bir yapıt sanatçının elinden çıkıp “son hali” dediği hale geldikten sonra bile- ki kimileri için öyle bir son mevcut değil-, üreten kişinin bakışı ve ihtimalleri ile izleyicinin görüşü ve algıladığı arasında bambaşka olasılıklar olabileceği için bu alanı bir tür karşılıklı hikaye yazma gibi görmek mümkün. Diğer yandan, hem birey-mekân ilişkisi üzerine düşünen biri olarak, hem de burada ürettiğim işin -küçük ölçekli- prömiyerini hemen SAHA Studio Açık öncesinde Tunus'ta[2] yaptığını, bir başka versiyonunun hemen Stüdyo sonrasında Viyana'da[3] yapacağını düşünerek, mekânların da birbirleriyle ve işle/işin versiyonlarıyla kurdukları ilişkiyi etraflıca okumaya çalışmanın önemine inanıyorum. Bir yapıtı ürettiğiniz yerde sergilemenin üzerine ek bu katmanlar da okumayı farklılaştırıyor. Saçıldıkça Toplanan adını verdiğim bu yapıt da zamanı ve suyu, dolayısıyla mekânı, merkezsizlik kavramıyla ilişkilendirerek okumaya niyet eden bir altyapıya sahip. SAHA Studio süreci öncesinde ürettiğim bir başka işin (Sadece Yüzünüzü Değil, Ruhunuzu Da Yıkayınız) üzerine ekilen yeni tohumlar olarak düşünsel süreçte öncesi ve sonrası olan, zamandan "bir dilim" çekilerek hem diğer işlerden bağımsız hem de onlarla kurduğu bağ ile değerlendirilebilecek bir işler birlikteliğinin parçası olarak görüyorum. Saçıldıkça Toplanan, izleyicisiyle var olan bir mekânsal deneme demek sanırım doğru olacaktır. Bu tür bir mekânsal denemenin, doğrudan üretim sürecinin gerçekleştiği ve izleyicinin dahil olduğu bir yerde ortaya çıkması da benim için ayrıca anlamlı ve işi zenginleştiren bir öğe.
Serra: Çalışmalarınız, döneminiz ve stüdyo arasında ilişkiyi bir kademe daha derinleştirecek olursak… Eser, sen stüdyonda bir merkez noktası belirliyorsun ve o merkezden dalgalar halinde mekânın geneline yayılan işaretler bırakıyorsun. Bu anlamda mekânın işe/işi yönlendirdiği, mekân kaynaklı[4] (site-referenced) bir üretim sürecindesin, değil mi? İz, sen de Eser’in yeni üretimini daha erken tarihli bir işine eklemlemesi gibi, uzun soluklu devam eden bir çalışmanın uzantısı niteliğinde bir iş üretiyorsun; üstelik bu defa işinin doğrudan “stüdyo”ya atıfta bulunan bir bağlamı var. Bu açıdan işini mekâna duyarlı[5] (site-responsive) bir iş olarak okumak sence mümkün mü? Yeniden canlandırdığın 20. yüzyıl başına ait fotoğraf stüdyosu ile “şimdi”de var olan bu sanatçı stüdyosu arasındaki bağ sende neler uyandırıyor? Tunca, senin stüdyoda yürüttüğün çalışma da yukarıda bahsettiğin gibi henüz gelişme aşamasında Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş nedeniyle bambaşka bir anlam kazandı. Bu durum senin projende bizzat yaşadığımız tarih ve bu dönemin sanat üretimi arasındaki diyaloğu çok okunur hale getiriyor. Bir sanatçı olarak bu iş senin için bugün gelinen noktaya nasıl evrildi, biraz detaylandırır mısın?
Eser: Kesinlikle, iş-mekân-izleyici, hatta bu tür bir üçgen yapıda her bir uç bir diğerini etkiliyor, şekillendiriyor. Saçıldıkça Toplanan, yerdeki halkaların merkeze daveti, merkez olarak konumlanan yere obsidyen bir taş konumlandırılması ve izleyici merkeze çekildiğinde bir çember tarafından şekillendirilmesini esas alıyor. Bu üç öğe aslında merkez alınan bu taşın,- SAHA Studio mekânını su ile dolu bir mekân olarak hayal edersek –, bırakıldığı noktada oluşturacağı ve belli bir zaman sonra silinecek olan halkaları görünür kılıyor. Her taşın bir başka merkez oluşturacağı fikri ile, merkez ve merkezsizlik ilişkisine değiniyor. Zaman ve su kavramlarını merkez/merkezsizlik ilişkilerini açarak okumaya davet eden mekânsal bir deneme olarak, yerleştirme onu deneyimleyen bir izleyici gerektiriyor gibi. Yerleştirmenin merkezinde yer alan obsidyenin doğası gereği su ile olan ilişkisi ve tarih öncesi devirlerde ayna olarak kullanılmış olması gibi özelliklerinden dolayı, izleyiciyi yaratılan bu mekânda merkeze çekip taş ile karşı karşıya bırakıyor. Ara dönem buluşmasında bir çembere davet edilen izleyici, dönem sonunda düzenlenen SAHA Studio Açık’ta bu kez başka bir çemberin tam merkezine yönlendiriliyor. Mekânın zemininde suya atılmış taşın oluşturduğu halkalar gibi yayılan parçalar ise bu deneyime doğru izleyici çağıran işaretler niteliğinde yerleşiyor.
İz: SAHA Studio’da, bana tarihi bir figür, hayalet ve alter ego olarak görünen Zişan (1894-1970) ile Tarihteki her isim bendir ve ben bir başkasıdır adlı devam eden çalışmamın, Uf (Boo Boo) başlıklı bölümüne odaklandım. Zişan ve Vita (Sackville-West) arasındaki aşkı hayal ettiğim bu süreçte, atölye alanımı, Zişan ile Vita’nın karşılaştıkları ve zaman geçirdikleri fotoğraf stüdyosu olarak kurguladım. Bu hikâyeyi, 2012’den beri hayal ediyorum. Vita’nın 1913 yılında İstanbul’da yaşadığını öğrenince Cihangir’de konakladığı evi, hayatını, edebi eserlerini ve Virginia Woolf ile (Woolf’un Orlando romanına ilham veren) aşklarını araştırmaya giriştim. Zişan ile nasıl karşılaşmış olabilecekleri ve ne yaşadıkları, benim deneyimlerimin de etkisiyle yavaş yavaş şekillendi. Zişan, babası Dikran Bey’in fotoğraf stüdyosunda çalışırken, Vita, bir fotoğraf çektirmek için stüdyoya geldiğinde karşılaştıklarını ve karşılaştıkları anda aşık olduklarını düşündüm. SAHA Studio’daki ilk iki ayın ardından, perdelerle çevrili stüdyoyu, Zişan ve Vita’nın karşılaştıkları fotoğraf stüdyosu olarak görmeye başladım. Bu esnada, Ra ile karşılaştım. Ben ve Ra, kendimiz ve aynı zamanda Zişan ve Vita olarak, atanmış cinsiyeti kadın olan iki öznenin birbirleriyle ilişki içinde benliklerini kurdukları aşk deneyimini bir araştırma sahası olarak yapılandırdık. Bu araştırmayı, geçici bir süre için bana verilen sanatçı stüdyosunda, bu alanı bir aşk hikayesine yataklık eden 20. yüzyıl başına ait bir fotoğraf stüdyosu olduğunu hayal ederek yaptık. Dolayısıyla doğaçlama sürecine getirdiğimiz referanslar arasında, arzu ve hazza dair deneyimlerimizin yanı sıra, sanatçı stüdyosuna dair mitler ve 20. yüzyıl başında üretilen oryantalist temsilleri motive eden fantaziler de vardı. Ortaya çıkacak işte ne kadar görünür olacağını kestiremesem de referanslarımız arasında sanatçı stüdyosunda vuku bulan yaratıcı eylemin narsisizm ve oto-erotik haz ile bağlantıları, yapıtın içinde peydahlandığı rahim olarak stüdyo, ilham perisi ve erkek sanatçının nesnesi olarak kadın modelin stüdyodaki tarihsel varlığı, deneyselliğin ve araştırmanın mekânı olarak stüdyo, mahrem bir alan olan stüdyoya yönelen dikizci (voyeuristic) bakış ve bu bakışın sanatçı mitlerini oluşturmadaki rolü, yalnız dahinin yaratıcı eyleminin mekânı olduğu kadar yaşanılan ve sosyalleşilen bir alan olarak stüdyo vardı. Stüdyo, sanatçı stüdyosuna dair mitlerin de müzakere edildiği bir sahneye dönüştüğü için, mekâna duyarlı bir iş olduğunu söyleyebilirim.
TUNCA: Ben de Rus kozmonot Yuri Gagarin üzerinden bir kurgu oluşturuyordum ve daha sonra bu savaşın başlamasıyla Rusya’ya karşı çeşitli boykot kararlarının alındığına hepimiz şahit olduk. Bu durum sansür, otosansür, kültürel boykot, kitlesel protesto gibi eylemler hakkında daha da düşünmeme sebep oldu. Projemin ismini Raz, dva, tri! koymuştum. Bu bir ironi barındıran basit bir sesleniş Rusça’da; bir yandan militarist kullanımı olan bir yandan da Rus çocukları için sayı saymayı öğrenmeye yönelik bir üçleme. Kurgusunda kendi çocukluğuma indiğim projeye bu ismi verme nedenim bu ironi idi. Fikrin aklımda belirdiği zamanlardan projeye dönüşme aşamasına kadar geçen sürede biriktirdiğim görseller ve ses kayıtlarıyla sosyal medyada paylaşımlar yapmayı planlıyordum. İlk paylaşımım da konstrüktivist bir poster çalışması idi. Paylaşımı yaptığım akşamın sabahında Rusya Ukrayna topraklarını bombalamaya başladı, sıcak savaşın ilk günüydü. Bu bana otosansürün limitlerini düşündürdü diyebiliriz keza paylaşımlarımın tepki göreceği ilerleyen günlerde daha da belli oluyordu. Diğer bir açıdan, Yuri Gagarin’in A.B.D. merkezli Space Foundation’da astronotlar listesinden çıkarılması haberi ve bu haberin doğruluğunu teyit etmeden böyle çılgın bir hareketi olumlayanların çokluğu görmek, uzaya çıkmış ilk insanın yıllar sonra Rusya’nın bir eyleminden dolayı tarihten silinmesine karar verilmesi bana akıl almaz geliyor. Tarihteki Rus başarılarına benzeri yaptırım örneklerini çoğaltabiliriz, Rus yazarlardan bestecilere kadar… Kültürel boykot uygulamak ya da geçmişte insanlığa mal olan başarılar kazanmış birisini tarihten silmek yerine farklı tavırlar geliştirilebileceğini düşünüyorum, tabii ki. Örneğin Ukraynalı şef Ievgen Klopotenko’nun başlattığı #MakeBorschtNotWar hareketi ve onun çağrısını duymak gibi. Bu çağrıya katılıp, projemi finalize ederken tamamlayıcı bir performansla, gastronomi ve sanat ilişkisi üzerinden bir cevap vermeyi, küresel ve barışçıl bu eyleme katkıda bulunmayı daha doğru buluyorum.
Serra: Bu noktada yazışmanın yönünü biraz değiştirmek ve aynı dönemde SAHA Studio’da çalışan sanatçılar olarak işleriniz arasında örtük bağlar var mı, birlikte keşfetmeyi denemek istiyorum: Berat’ın Karanlıkta Dans: Zuhur adını verdiği işinin temel malzemelerinden olan bazalt küpler ile Eser’in Saçıldıkça Toplanan adlı yerleştirmesinde merkeze konumlandırdığı obsidyen parçası arasında bir diyalog var gibi geliyor… Keza her ikisi de volkanik olmaları nedeniyle donmuş, katılaşmış, kristalleşmiş bir zamanı somutlaştırıyor. Malzemeye içkin bu zamansallık size ne düşündürüyor?
Berat: Benim kullandığım bazaltların en genci iki milyon yaşında. Bu bile başlı başına dünya üzerindeki mevcudiyetimizin zavallılığının altını kalınca çiziyor. Neredeyse dünya ile yaşıt malzemelerle çalışmak varoluşumuz üzerine onlarca soru getiriyor akla: Dünya üzerindeki varlığımızın “kısalığı” ama tam aksi kendimizi her şeyin merkezi sanmamız zavallılığımızın zirvesi… Son iki buçuk yıldır yaşadığımız pandemi süreci, bu sürecin bize bir çeşit sonun başlangıcı durumunu yaşatması, buna rağmen kısa bir süre zarfında sürece adapte olup çılgın hırslarımıza ve açgözlülüğümüze geri dönmemiz hâlâ dünyanın bir çok yerinde devam eden savaşlar, gırtlağımıza kadar adaletsizlik… Trajik.
Serra: İz, seninle bir sohbetimiz sırasında bana üretim sürecinde “yapılanmamış olanın tekinsizliği” gibi bir durumdan söz etmiştin. Bu bana Ali’nin üzerinde çalıştığı sözlük analizlerindeki unstructured-dangerous yakınlığını hatırlatmıştı. Bu analojiyi siz ikiniz nasıl yorumlarsınız?
İz: SAHA Studio’daki süreçte Ra ile, olay örgüsünü (karşılaşma, ilk bakışta aşk, ayrılık) kaba hatlarıyla belirlediğimiz bir hikâyeyi doğaçlama bir süreçle detaylandırdık. Nesneler aracılığıyla birbirimizle ilişkilenirken arzu ve hazza dair mahrem ve kişisel deneyimlerimizi, fantezilerimizi[6], özlemlerimizi, güç dinamiklerini, travmalarımızı, ötekine yönelen bakışın ürettiği tarihsel temsilleri ve atanmış rolleri çağırdık ve canlandırdık. Bunları yaparken, ilişkilenmemizde rızayı inşa ederek güvenli bir alan kursak da ortaya çıkan ifadelerin ve tetiklenen duyguların bizi zorladığı pek çok an yaşadık. “Yapılanmamış olanın tekinsizliği”nden bu deneyimi konuşurken bahsetmiştik. Ali, senin duygu/beden ilişkisine dair analizlerle yapılandırdığın deneyimle nasıl yankılanıyor?
Ali: “Yapılanmamış olanın tekinsizliği”ni duyunca bana yaptığı ilk çağrışım daha önce karşılaşmadığımız, yeni bir duruma geçiş anının tam öncesi oldu. Aslında bu konu ile az çok bağlantılı olabilecek iki ayrı çalışma yaptım. Bunlardan ilki, nihai proje olarak sergilediğim, İz’in de bahsettiği duygu-beden ilişkilerinin ısı yayan yüzeyler yoluyla kendini gösterdiği Hava Tezgahları. Bunun yanında bambaşka bir çıkış noktası olan ve bir projeye dönüşmemiş, ama ara dönem stüdyo buluşmasında duvarda veri bulutu haritalarının çıktıları olarak gösterdiğim duygu analizi sözlüğü var. Bu haritalarda bağımsız iki eksen olarak yapılanmış-yapılanmamış ile tehlikeli-güvenli ikilikleri yer alıyor. Bu grafikteki mantık üzerinde düşünmeye başlarsak aslında bu iki eksenin bağımsız olması, yapılanmamış olanın güvenli veya güvensiz bölgeler arasında gezinebildiği gibi, güvensiz olanın da yapılanmamış veya yapılanmış olabileceği görünüyor. Mesela oyun oynamak veya şaka yapmak yapılanmamış ve güvenli bölgeye yakın iken panik veya gerginlik gibi duygular yine yapılanmamış ama güvensiz bölgede gözüküyor. Aslında bu grafiklere bakmak sanat üzerine konuşup düşünürken de zihin açıcı olabiliyor çünkü tek bir kriter üzerinden eleştiri yapmak yerine iki, üç, hatta çok boyutlu kavramsal bir uzayın içinde yüzdüğümüzü hatırlatıyor bize. İlk bahsettiğim proje olan Hava Tezgahları’na dönersek, burada ısıtıcı ampuller çok düzenli ve önceden belirlenmiş konumlarda yer almasına rağmen hedeflediğim şey çok net bir deneyim değildi, yani belli bir duygunun ısı yoğunlukları olarak ifade edilmiş biçimi izleyici karşısına geçtiğinde nasıl bir his yaratacaktı bundan emin değildim. Bu bilinmezlik her ne kadar önceden belirlenmiş bir yapı olsa da arzuladığım bir şeydi aslında.
[1] Elfving, T., Kokko, I., & Gielen, P. (2019). Contemporary artist residencies: Reclaiming time and space. Valiz.
[2] https://theoctopusprogramme.uni-ak.ac.at/index.php/duologue-b-l9-tunis/
[3] https://theoctopusprogramme.uni-ak.ac.at/index.php/the-octopus-2022/
[4]-5 Kwon, M. (2004). One place after another: Site-specific art and locational identity. MIT Press.
[6] Fantezi kavramını, “öznenin içinde olduğu ve savunma süreçleriyle resminin az çok biçimi bozularak çizildiği, bir arzunun, dahası bir bilinçdışı arzunun gerçekleştirildiği imgesel senaryo” anlamıyla kullanıyorum. J. Laplanche ve L-B Pontalis’ten alıntılayan Talat Parman, İmge ve Söz, Psikanaliz Yazıları 32, s. 18.
Bu web sitesinde size daha iyi hizmet sunabilmek için çerez kullanılmaktadır. Kullandığımız çerezleri görüntüleyebilmek ve daha fazla bilgi almak için Gizlilik ve Çerez Politikası sayfasını inceleyebilirsiniz.